CUMHURİYET VE TÜRKLÜK
Prof. Dr. Durmuş Yılmaz
Osmanlı devletinde dağılma ve parçalanma süreci Balkan savaşları ile başlamıştır. 1913 yılında sınırları Meriç Nehrine kadar gerileyen Osmanlı devleti, sonraki yıllarda bu sınırları da koruyamayacak duruma düşmüş ve arkasından girdiği dünya savaşında fethedilen toprakları değil, anayurt topraklarını da, yani Anadolu topraklarını da işgalden koruyamamıştır. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros ateşkes anlaşmasıyla Padişah Vahdettin ve onun hükümeti, yurdunu ve egemenliğini işgalcilere teslim ettiği gibi milletinin de parçalanmasına razı olmuştur. Gerçekten de anlaşmanın uygulamaya konulmasıyla açıkça görülmüştür ki, o zamanın çağdaş, modern ve medenî devletleri (!) olan İngiltere, Fransa, İtalya, Türkiye’ne üzerine çullanmışlar ve Türkiye’yi yani Türklerin ana yurdunu parçalayarak Türk Milleti’ni olduğu gibi Türklüğü de yurtsuz bırakmaya kast etmişlerdir. Temel amaç, Türkiye’yi kendi menfaatlerinin bekçiliğini yapacak olan Yunanlılara ve Ermenilere teslim etmektir. 1921 yılı başında bu hedef nerdeyse gerçekleşmek üzereydi. Bu tarihte Türkler, Osmanlı devletinin ilk ortaya çıktığı çizgide bulunuyordu. 600 yıllık fetih harekâtı, geri çekile çekile başladığı çizgiye gelmişti. İşte bu kaderi geri çeviren, başka bir ifadeyle Türklüğün yok oluşunu durdurarak yeniden dirilişi sağlayan olay İnönü savaşları ve zaferleridir. Bu zaferle sadece işgalciler değil, Türk Milleti’nin makûs talihi de yenilmiştir. Artık zaferlerin yolu açılmıştır. 23 Ağustos’ta Sakarya kıyılarında başlayan büyük savaşın 13 Eylül’de zaferle sonuçlanması, 9 Eylül’de İzmir’de tamamlanan büyük bir Yeniden Diriliş hareketiyle taçlandırılmıştır. Bu tarih, müstevlilerin asırlardır içlerinde besleyip büyüttükleri heveslerinin bir daha canlanmamak üzere sönüp yok olmasına yol açmıştır. Türk Milleti’ni ve onun büyük önderi Mustafa Kemal’i takdir ve tebrik etmekten başka yapacakları bir şey kalmamıştır. Lozan işte budur. Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetleri ve Kuva-yı Milliye ile başlayan ve tam olarak 48 ay sürdükten sonra (30 Ekim 1918- 11 Ekim 1918) Mudanya ateşkes anlaşmasıyla tespit ve tescil edilerek İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcilerinin imzaları ile kayıt altına alınan bu büyük zafer, Türk Milleti’nin Anadolu’yu ebedî ve ezelî yurt yaptığının muhteşem bir abidesidir. Bundan sonraki gelişmeler işin teferruatıdır. Zira, sınırımızı Mehmetçik süngüsü ile çizmiştir. Asla unutulmamalıdır ki, bu büyük mücadelenin ve elde edilen zaferin sahibi TÜRK MİLLETİ’dir. Bu öyle yüce ve öyle kutsal bir isimdir ki, bu şanlı zaferde katkısı olan hiç kimse, etnik köken veya din ya da mezhep farklılığı mülahazasıyla dışarıda bırakılamaz ve kalamaz. Mücadelenin hedefini tayin eden Misak-ı Millî belgesinin birinci maddesinin ikinci bendi dikkatle okunursa bu gerçek açıkça görülecektir: “… mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde , dinen, ırken ve emelen müttehid, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakârlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ırkiyye ve ictimaiyeleriyle şerait-i muhitiyelerine tamamiyle riayetkâr Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın hey’et-i mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir küldür …” . Bu karar 28 Ocak 1920 tarihinde son Osmanlı Meclis-i mebusanında alınmıştır. İ İşgalciler Türk Milleti’nin bu kararını kabul etmeyerek işgallerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Padişah Vahdettin ve onun hükümeti bile bu kararı tanımayarak 10 Ağustos 1920 tarihinde işgalcilerle Sevr adlı antlaşmayı imzalamışlardır. Buna rağmen Türk Milleti yılmamış ve büyük önderinin etrafında kenetlenerek bağrından çıkardığı askerlerinin yanında yer almış, cephelerde savaşmış ve bu sınırı süngüsüyle çizerek düşmanlarına kabul ettirmiştir. İstiklâl savaşı bu karar ışığında ve doğrultusunda yapılmıştır. Cumhuriyet bu karar doğrultusunda kurulmuştur. Sonuç: Bu karar ve kararlılığın işgalci düşmana kabul ettirilmesi mücadelesinde kader birliği etmiş insanların tamamı Türk Milleti’nin şerefli ve asîl mensuplarıdır. Zira bu mücadele TÜRK MİLLETİ adına yapılmış, bu savaş onun bağımsızlığı için verilmiştir. Bu savaşa maddî-manevî destek veren herkes bu gerçeği bilmekte ve kabul etmekte idi. Hiç kimsenin zaferden sonra, “ Misak-ı Millî sınırları içinde tam bağımsız bir Türk Milleti ve Türk devleti” nden başka bir hedefi, bir beklentisi yoktu. Şimdi, insanlarımız, bireysel olarak kendilerini ne sayarlarsa saysınlar, ana dilleri ne olursa olsun, mezhepleri ne olursa olsun, kökleri nereye dayanırsa dayansın, istisnasız hepsi bedelini çok ağır bir biçimde ödedikleri bu kutlu devletimizi yüceltmek ve ebedîleştirmekle yükümlüdürler. Yurdumuzun, devletimizin ve milletimizin bölünmez bütünlüğünü canı pahasına korumak Türk Milleti’nin her ferdinin tarihî ve vicdanî görevidir. Hiç kimse bu görevden muaf ve istisna değildir. Bu görevin dışında kalanlar, bu toprağın insanı, bu milletin ferdi, bu devletin yurttaşı olmak hakkını ebediyyen kaybederler. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, kendilerine, lânetle anılan hainleri değil, minnetle anılan kahramanları örnek almalıdırlar. Ancak o zaman atalarına lâyık bir evlât olabilirler. Not: Türk Milleti’nin yeniden dirilişi sayılabilecek büyük bayramını, Cumhuriyetin 85. Yılını kutluyor, başta Büyük Önder Mustafa Kemal olmak üzere bütün kahramanlarımızı minnetle anıyorum. |
|
||||||||||||||||||||||||||
|