"AÇILIMIN" BİLİMSEL ANALİZİ Prof. Dr. Durmuş Yılmaz Siyasal iktidar, Türk kamuoyunun nedenini anlamakta çok zorlandığı bir siyasal çıkış yaptı. Adını net olarak koyamadıkları çıkışa “Açılım” dendi. Önceleri “Kürt Açılımı” dediler. Fakat bu tanımlama tutmadı. Zira halkın büyük bir kesimi ve muhalefet partileri tarafından şiddetle eleştirildi, “Bölücülük”, “Ayrıştırma”, ve hatta “İhanet” olarak tanımlandı. Bunun üzerine çıkışın adı yeniden gözden geçirilerek “Demokratik Açılım” olarak değiştirildi. Bu defa da “Açılım” sanki amacından sapmış oldu. Zira herkes biliyor ki bu çıkış Türkiye’de yaşamakta olan ve kendilerini “Kürt” olarak tanımlayan bir kısım vatandaşlarımızın yine bir kısım isteklerini karşılamak için yapılmıştı. Başka bir ifadeyle Türkiye’de çoğunlukla siyasal kürtçülerin isteklerini karşılamak için başlatılmıştı. Bilindiği gibi siyasal Kürtçülük hareketi 1984 yılında PKK terör örgütünün Siirt’in Eruh ilçesine yaptığı baskın- siyasal başkaldırı- hareketi ile silahlı mücadeleyi başlatmıştı. Eruh baskınından birkaç yıl sonra Türk Silahlı Kuvvetleri dağları terör militanlarından temizlemek üzereydi ki, Amerika Birleşik Devletleri’nin (A.B.D.) Birinci Körfez Harekâtı olarak adlandırılan Irak Harekâtı başladı. 1989 yılından sonra adım adım A.B.D., silahlı birlikleri ile Ortadoğu üzerinde egemenlik kurmaya başladı. A.B.D.’nin Ortadoğu operasyonlarında birçok bölge ülkesi yardımcı olsa da bunların içinde en önemlisi Türkiye idi. Zira Türkiye bölgede askerî, ekonomik ve siyasal bakımdan en güçlü devlet, A.B.D.nin de en güçlü müttefiki idi. 1990’dan sonra –şimdilerde unutulmuş olan- Çekiç Güç uygulaması, erimeye yüz tutmuş olan PKK’ya bir çeşit cansuyu oldu. PKK yöneticileri, Türkiye’deki silahlı militanlarını ve yönetimini ABD askerleri ve helikopterleri ile korunmakta olan Irak kuzeyine kaydıdırlar. Bu gün Kandil olarak adlandırılan bölgede PKK silahlı militanları ve yönetimi konuşlandırıldı. Kuzey Irak’ta bir çeşit “Devlet içinde devlet” meydana geldi. Talabani ve Barzani yönetiminin yanında PKK da hem siyasal hem de silahlı güç olarak varlığını sürdürdüler. Türkiye de zaman zaman yaptığı sınır ötesi operasyonlarla burada yerleşmiş militanların Türkiye’ye sızmalarını ve eylem yapmalarını kısmen de olsa önledi. Böylece 2000 yılına gelindiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri askerî usullerle, Hükümet de aldığı diğer tedbirlerle PKK’yı bitirmişti. 2001 yılında Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’ndaki bir toplantıya katılan Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli burada bir konuşma yapmış ve alkışlanmıştı. Aynı salonda o zamanki Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı da bir konuşma yapmış ve Bahçeli tarafından alkışlanmıştı. Eğer bu gün açılımdan barışın sağlanması ve terörün önlenmesi kast ediliyorsa 2001 yılında açılım da yapılmıştı, barış da sağlanmıştı. 2002 yılından itibaren terör yeniden tırmanışa geçti ve bu günkü noktaya gelindi. Yukarıda yaptığımız kısa özeti bir çeşit “Hatırlatma” sayarak şimdi gelelim bu günkü “Açılım”ın sebeplerine: Bilindiği gibi ABD askerleri Irak’tan çekilmeye başladı. Fakat özellikle 2003 yılından sonra ABD’nin Irak çıkarması sonrasında Irak fiilen 3’e bölünmüştü. Kuzey’de Kürtler, Orta bölgede sünnî Araplar ve güneyde de Şiî Arapların hakim olduğu bir durum ortaya çıkmıştı. Yani Basra, Bağdat ve Erbil merkezli 3 bölge fiilen ortaya çıkmıştı. Bu bölgelerden kuzey ve güney oluşumları ABD’nin Irak çıkarmasını fiilen desteklemişlerdi. Çünki, her iki kesimin halkı da Irak’ın Baas yönetimi zamanında çok zulme uğramışlardı. Barack Obama ile birlikte ABD Ortadoğu eylem planında değişikliğe gitti. Bölgedeki askerler 2011 yılına kadar bütünüyle çekilecek. Irak’tan çekilme başladı. Bütün strateji uzmanları ittifakla kabul ediyorlar ki, ABD askerleri Irak’tan çekildiği zaman Irak’da ABD işgalini destekleyen kesimlerin başında gelen Kuzey Irak Kürtleri ciddi bir tehdit ve hatta can güvenliği tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır. Bu durumda Irak Kürtleri 2 ayrı tehdit ve 2 yönlü tehlike karşısında bulunmaktadırlar. Bunlardan birincisi Baasçı Iraklılar Kürtlere hayat hakkı tanımayacaklardır. ABD bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için Türkiye’den ciddi yardım beklemektedir. Son zamanlarda Kuzey Irak’ın –federasyon şeklinde- Türkiye’ye bağlanması yolundaki konuşmalar buradan kaynaklanmaktadır. İkinci tehlike ise Kuzey Irak’a yerleşmiş olan silahlı PKK güçleridir. Sayıları net olarak bilinmemekle beraber- en azından biz bilmiyoruz- 10 Bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar yıllardan beri, ABD’nin de desteğiyle dağlarda yaşayan, silah, cephane ve mühimmat yönünden kendine yeterli, Avrupa ülkelerinde büroları bulunan, yayın organları olan PKK güçleridir. Kuzey Irak Kürt yönetimi bunları kendi topraklarından atabilecek güce sahip değildir. Perşmergeler PKK militanları ile baş edemez. Bu güne kadar ABD’nin sağladığı ve kurduğu dengeler üzerinde yaşıyorlardı. Fakat ABD çekilirse durum değişir. İşte bu durum karşısında ABD yaklaşık 20 seneden beri koruyup kolladığı, en azından Irak içindeki eylemlerini kendi kontrolü altında tuttuğu PKK’yı şimdi bir yere –tabir yerindeyse- satmak istemektedir. Bu da doğal olarak Türkiye’dir. Kandil Dağı’nı bombalayarak boşaltmak istemez. Zira onların oraya yerleşmesine göz yuman ABD’dir. ABD askerleri bölgeyi tamamıyla boşaltırlarsa doğacak boşlukta PKK da kendine bir yer açabilir ve buraya yerleşebilir. Bunu da Kuzey Irak Kürt yönetimi asla istemez. İşte bu durum karşısında PKK meselesini ABD siyasal çözüm yoluyla Türkiye’ye dayatmakta ve böylece Kuzey Irak’taki müttefikini rahatlatmak istemektedir. Başbakan’ın , hem de tarih vererek bu meseleyi bir an önce çözmek istemesinin temel nedeni budur. Zira 2010 başlarında ABD askerleri Irak’ın önemli yerlerini boşaltmış olacaklardır. Türkiye eyaletlere ya da bölgelere bölünür, halk ayrışır vs…bunlar ABD’nin umurunda değildir. Unutmayalım ki, 1920 yılında İstanbul hükümetinin imzaladığı Sevr antlaşmasında da Güneydoğu Anadolu’da Ermenistan yanında bir de Kürdistan kurdurma işini ABD üstlenmişti. Adı geçen antlaşmanın 62-64. maddeleri bunu amirdi. Açılımın başka bir boyutu da Türkiye’nin iç politikası ile ilgili olan kısmıdır. AKP İktidarı bu meseleyi “Kardeşlik Projesi” olarak takdim etmeyi denedi. Fakat tutmadı. Nedeni çok basit: Kardeşlik 2 ayrı toplum arasında söz konusu olabilecek bir durumdur. Türkiye’de 2 ayrı toplum yoktur. Tek toplum vardır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hepsi Büyük Türk Milleti’nin parçalarıdır. Yani bir bütünün parçalarıdır. Tıpkı bir elmanın dilimleri gibi. Türk halkı engin ferasetiyle dağdaki teröristi Kürtlerden ayırmış ve öyle muamele etmiştir. 25 yıldan beri Türkiye’nin her şehrine onlarca şehit cenazeleri gelmiş, şehir halkı büyük katılımlarla bu cenazeleri defnetmiş ve hiçbir şehirde hiçbir vatandaşımız “Kürt” olduğu düşüncesiyle başka bir vatandaşımıza karşı -bu olaylar sebebiyle- husumet duymamıştır. Çünki, vatandaşımızın aklında, gönlünde ve literatüründe asla bir Kürt-Türk ayrımı yoktur. Bunu herkes bilir. Aralarında hiçbir mesele olmayan insanlarımızın kardeşliği diye de bir şey olmaz. Ayrılık yok ki kardeşlik olsun. Eğer kardeşlikten dağdaki teröristler kast ediliyorsa o zaman söylenecek söz farklı olur: Başta Abdullah Öcalan olmak üzere eli silahlı katilleri kimse Türk halkına kardeş olarak takdim edemez. Onlarla kim istiyorsa kardeş olsun, fakat Türk halkı onlarla kardeş olamaz. Bu şehitlerimize ve onların geride bıraktığı babalarına, annelerine, eş ve çocuklarına büyük bir saygısızlık olur. Diğer taraftan teröristlerle kardeşlik konusu, Kürt vatandaşlarımızı terörist safına yerleştirmek olur ki, bu da Kürtlere büyük bir haksızlık olur. Zira teröristler Kürtleri de öldürmüşlerdir. Şehit olan asker, polis, korucu ve diğer görevlilerin içinde Kürt vatandaşlarımız çok sayıda vardır. Teröristler saldırdıkları kişi veya kişilerin Kürt ya da Türk oluşuna bakmıyorlar. Üzerindeki kimliğe, üniformaya bakıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti bayrağı, amblemi, işareti taşıyan herkese saldırıyorlar. Yani Ay-Yıldız’a saldırıyorlar. Onun için Hakkarili, Batmanlı, Şırnaklı askerler ve korucular da şehit düşüyor. Bu gün gelinen noktada, “Demokratik Açılım” ya da “Kürt Açılımı” söylemlerine ve söyleyenlerine baktığımızda bazıları şöyle argümanlar ileri sürüyorlar: TRT-6 Kürtçe yayına başladı da dünya mı yıkıldı? Türkiye bölündü mü? Kürtçe konuşma yasağı kalktı da- nasıl bir yasak ve ne zaman konmuşsa!!!- Türkiye bölündü mü?... gibi konuşmalar yapıyorlar. Buradan da Kürtçe eğitim dili olsa ne olur?...Anayasa’nın 66. Maddesi değişse ne olur?...gibi yerlere geliyorlar. Ben de onlara soruyorum: TRT-6 Kürtçe yayına başladı da terörde bir azalma oldu mu? Kürtçe konuşma yasağı kalktı da teröristler silah mı bıraktı? Ya da dağa çıkmada azalma mı oldu? Hani Kürtçe dersaneler açılmıştı, ne oldu onlara? Bu gün Diyarbakır’da, Batman’da, Hakkari ve diğer şehirlerimizde Kürtçe öğreten kaç dersane var? Bu dersanelerin acaba kaç öğrencisi var? Acaba dil meselesinde bu kadar ısrarlı olanlar Kürt çocuklarına İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Çince, Rusça gibi dilleri değil de Kürtçe öğretmeye çalışmakla ne yapmak istiyorlar? Aklı başında bir öğrenci velisi çocuğunu Kürtçe eğitim yaptırır mı? Bu eğitim, çocuğun istikbaline ne katkı sağlar? Fakat mesele eğer anadilin öğrenilmesi ise bu başka bir şeydir. Önce şunu bilelim ki, Anadil anadan öğrenilir. Dersane ve kurslarla öğrenilmez. Diğer bir mesele, özellikle 12 Eylül döneminde Kürtlere çok eziyet edildiği yolundaki iddialardır. Ben bunların doğruluğunu ya da yanlışlığını asla tartışmam. Eziyet edildiğini de zımnen kabul ediyorum. Fakat acaba eziyet o insanlara “Kürt” olduğu için mi yapılmıştır? Yani “Türkler”e yapılmamış mıdır? Diyarbakır cezaevinde yaşananlar Ankara Mamak’da da yaşanmıştır. Mağdurları da hayattadır ve her gün de Türkiye televizyonlarında anlatıyorlar. Unutmayalım ki, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana “Devlete Karşı İşlenen Suçlar”a tavizsiz yaklaşmıştır. En ağır cezaları bu kategoriye giren suçlara uygulamıştır. Bu suçlar da zaman içinde değişmiştir. Anlayış ve yorumlar da değişmiştir. 1925 yılında “Devlete başkaldırdığı” için Şeyh Sait ve arkadaşları idam edilmiştir. Bu cezayı onun Kürtlüğüne bağlayanlar vardır. 1926 yılında İskilipli Atıf ve arkadaşları da idam edilmiştir. Bunu neye bağlayacaksınız? Sonraki yıllarda solcuların çok eziyet çektiğini ve idam edildiklerini söyleyenler ve bu idamları solcu oluşlarına bağlayarak izah edenler vardır. 1961 yılında Adnan Menderes ve 2 bakanı idam edilmiştir. Bunu neyle izah edeceksiniz? 1972 yılında Deniz Gezmiş ve 2 arkadaşı da idam edilmiştir. Bunun izahı nedir? 1980 Hükümet darbesinden sonra da 50 kadar insan idam edilmiştir. Solcu-Sağcı; ya da Kürt-Türk ayrımı yapılmış mıdır? Hayır yapılmamıştır. Cezaevlerinde mahkum ya da zanlılara işkence eden insanlar da aynı şekilde karışıktır. İşkencecilerin içinde Kürt yok mudur? Yani cezaevlerinin tüm görevlileri “Türk” müdür? Hiç Kürt gardiyan ya da asker yok mudur? Bunları geçelim. Türkiye’de de dünyaya paralel gelişmeler olmuş ve 1984 tarihinden itibaren önce anlayışlar ve nihayet yasalar değişmiş ve idam cezası kalkmıştır. Abdullah Öcalan da bundan faydalanarak idamdan kurtulmuştur. Eğer Abdullah Öcalan 1999’da değil de mesela 1989’da yakalanmış olsaydı kesinlikle idam edilirdi. Eğer Deniz Gezmiş 1972 yılında değil de 1992 yılında yakalanmış olsaydı kesinlikle idam edilmezdi. Demek ki, zaman içinde toplum zihni inkişaf ediyor ve hukuk da buna uyarlanıyor. Modern hukuk anlayışı da zaten böyledir. Şimdi 12 Eylül darbesini yapanları yargılamaktan söz edenler acaba 1960 darbesini yapanların kayd-ı hayat şartıyla “Tabii Senatör” olduklarını biliyorlar mı? Onlardan hayatta olanlar hâlâ, olmayanların da eş ve çocukları senatör maaşı almaya devam ediyorlar. Şimdi yeni nesiller senatörün ne olduğunu da belki bilmezler ama onlar da lütfen öğreniversinler!
Sonuç: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş iradesi Tek Milletli bir yapıdır. 3 Temele dayanır: 1.Üniter Devlet Yapısı, 2. Laik Hukuk Sistemi, 3. Misak-ı Millî Sınırları. Bu irade değişmez, değiştirilemez. Bununla oynamak çok tehlikelidir. Tarih ilmi göstermiştir ki, devletlerin kuruluş iradesi ancak devlet yıkılırsa değişir. Devleti yıkmadan bu iradeyi değiştirmek mümkün değildir. 1924 Anayasası devletin adını da, rejimin adını da yurttaşın adını da koymuştur. Bizlere düşen görev atalarımızın kurduğu devleti değiştirmek değil, yüceltmektir. Herkes dilini konuşsun, inancını yaşasın, fakat devletin dilini ve inancını değiştirmeye kimse kalkışmasın. Güneydoğu bölgesini de kimse başka bir millete ait sanmasın. Çanakkale kime aitse Muş, Bitlis, Van da ona aittir. 1915 yılında Çanakklale’yi kurtaran Mustafa Kemal 1916 yılında da Muş, Bitlis ve Van’ı kurtarmıştır. Bu şehirler Türkiye’den ayrı değildir, olamaz. Kimse hayal kurmasın.
|
|
||||||||||||||||||||||||||
|