12 EYLÜL TARIŞMALARI
Prof. Dr. Durmuş Yılmaz
!2 Eylül 1980 Hükümet Darbesi 30. yılını doldurmuştur. Darbenin başkahramanı, zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren başta olmak üzere darbecilerin pek çoğu hayattadır. Bu yönüyle bakıldığında olay henüz “ Tarih” olmamıştır. Kahramanlar hayattadır ve bazı belgeler hâlâ şahısların ellerindedir. Yani tam, bilimsel ve objektif bir değerlendirme yapmak için henüz erkendir. Diğer taraftan darbecileri koruyan yasalar vardır ve onlar da hâlâ yürürlüktedir. Fakat bütün bunlara rağmen –madem ki tartışma başladı-biz de tartışmaya katılıp kendi değerlendirmemizi yapacağız. 12 Eylül 1980 tarihinde Görev yaptığım Konya Selçuk Üniversitesi Selçuk Eğitim Fakültesinde ( o zamanki adı Selçuk Yüksek Öğretmen Okulu) 5 Bin civarında öğrenci ve 150 civarında da öğretim elemanı görev yapıyordu. Öğrencilerimiz arasında silahlı saldırılara varacak kadar derin siyasal görüş ve fikir ayrılıkları vardı ki, gruplar arasındaki çarpışma ve saldırıları önleyebilmek idare tarafından mümkün olamadığından okulun avlusu içinde bulunan ve lojman olarak kullanılan 3 katlı ve 6 daireli bir bina boşaltılarak bir jandarma bölüğüne tahsis edilmişti. Yüzbaşı rütbesinde bir komutan ve 3-4 tane de subay ve astsubay ile 60 kadar jandarma er ve erbaştan oluşan bu bölük sürekli olarak okulun avlusunda bulunur, öğrencilerin geliş, gidiş saatlerinde güvenliği sağladıktan başka ders saatlerinde de bina koridorlarında ve dersliklerin önünde, bazı zamanlarda da dersliklerin içinde güvenlik tedbirleri alırlardı. Şöyle de diyebiliriz: Dersler jandarma eşliğinde ve gözetiminde yapılırdı. Ben de genç bir öğretim görevlisi olarak bu şekilde derslerimi yapardım. Teneffüs saatlerinde bazı öğrenciler karşıt görüşlülerin saldırılarından korunabilmek için jandarmaların yanından hiç ayrılmazlardı. Hatta Pazartesi ve Cuma günleri Bayrak töreni sırasında “Sağcı” ve “Solcu” öğrenciler gruplar halinde tören yerine gelirler, grupların arasına silahlarını ellerine almış vaziyetinde askerler yerleşir ve istiklal Marşı o şekilde okunurdu. Bu durum sadece Konya’da, ya da Selçuk Üniversitesi veya birimlerinde değil, Türkiye’nin hemen her yerinde yaşanırdı. Hatta şunu da söylemek lazımdır ki, Konya o zamanlarda Türkiye’nin en sakin şehirlerinden birisi idi. Olayların en az olduğu şehirdi. Buna rağmen durum anlattığımız gibiydi. Oysa aynı yıllarda İstanbul, Ankara, Diyarbakır gibi üniversite şehirlerinde olaylar çok daha büyük boyutta idi. Oralarda her gün 5-10 ölüm olayı olurdu. Aileler, üniversiteye giden çocuklarının akşama sağ salim döneceğinden ciddi olarak endişe ederlerdi. Bu günkü nesillere belki tuhaf gelecektir ama, çocuğu kendi şehrinde okuyan anne babalar, tıpkı ilkokula yeni başlayan çocuklarına yaptıkları gibi üniversiteye giden çocuklarını sabahleyin fakülteye getirirler, avluda beklerler ve çocukları dersten çıktıktan sonra da elinden tutup evlerine götürürler idi. Bazı zamanlarda, anne babasının yanında bile çocuğuna saldırılar olurdu. Bütün Türk halkının ortak sesi ve yakarışı şöyleydi: “ Bu duruma dur diyecek birisi yok mu? Bu memleket bu hale mi gelecekti? Kendi memleketimizde hür ve özgür yaşayamayacak mıyız?....”Halkın feryadını ülkeyi idare edenler duymazlardı. Ülkede yaşayan hiç kimsenin can güvenliği kalmamıştı. Konya’da, Alaaddin Tepesi’nin Fuar giriş kapısı önünde gündüz vakti kurşunlanarak öldürülen İngilizce Öğretmeni Yunus Bedel’i de, Konya Lisesinin köşesinde arkadaşları ile gelirken kurşunlanarak öldürülen Ticaret Lisesi öğrencisi Şahin Buyrukbilen’i de unutmak mümkün değildir. İkisini de tekrar rahmetle anıyorum. İkisinin de katilleri yakalanamadı. Polis bir zanlıyı yakalayıp karakola götürse hemen ilgili milletvekili(!) karakolun kapısına dayanır ve kendi adamını kurtarırdı. Valiler, Emniyet Müdürleri, Savcı ve hakimler, ya korku sebebiyle ya da kendi siyasal düşünceleri doğrultusunda, bu kamplaşmanın içinde kendi saflarını seçmiş durumda idiler. Kimsenin hukuka da emniyet güçlerine de güven ve itimadı kalmamıştı. Halk arasında “Sağcı-Solcu” çatışması olarak adlandırılan bu olayların başlangıç tarihi 12 Eylül 1980’den bir hayli eskiye dayanmaktadır. Olayların çıkış yeri de tartışmasız üniversiteler ve üniversite gençliğidir. 1968 yılındaki ilk olaylardan sonra giderek yayılmış, üniversite dışına çıkmış ve özellikle Sendika, Dernek ve Birlikler başta olmak üzere Sivil Toplum Kuruluşları bu olayların tezgahlandığı yerler olmuştur. Bilindiği gibi 1961 Anayasası toplumda geniş bir “Örgütlenme Hakkı” sağlıyordu. 1971 yılında biraz kısıtlanmış olsa da toplumda her kesim örgütlenmiş vaziyette idi. İşçi sendikaları Konfederasyonlar halinde güçlü toplumsal yapılar oluşturmuşlardı. Mesela bunlardan başında Halil Tunç’un bulunduğu Türk-İş; başında Kemal Türkler’in bulunduğu DİSK sadece işçi hak ve meseleleri ile değil, Türkiye’nin bütün meseleleri ile ilgilenirler ve ciddi baskı grupları oluştururlardı. 1977 yılında bu gün “2. MC” olarak bilinen Demirel Hükümeti güven oyu alınca bu hükümeti protesto etmek maksadıyla Türk-İş Genel Greve gitti, başta ÇUKOBİRLİK ve TARİŞ tesisleri olmak üzere bir çok tesiste olaylar çıktı, depolar yakıldı ve yurdun her tarafında çok büyük olaylar oldu. Toplumu en çok sarsan iki olaydan biri, öğretmenlerin biri TÖB-DER adıyla, biri de ÜLKÜ-BİR adıyla 2 ayrı sivil toplum kuruluşunda toplanmaları ve ayrışmalarıdır. Toplum bu ayrılığı benimseyememiştir ya da kendi vicdanındaki “Öğretmen” anlayışı ile bağdaştıramamıştır. Diğeri de Türk Polisinin POL-DER ve POL-BİR adıyla ikiye ayrılmasıdır ki, bu başlıbaşına bir felakettir. TÖB-DER solcu öğretmenlerin, ÜLKÜ-BİR de sağcıların(Türk Milliyetçileri) teşkilatı idi. O zaman genel başkanlığını Necemettin Erbakan’ın yaptığı ve şimdiki AKP’nin önemli isimlerinin (Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Abdullah Gül…)çeşitli görevlerle içinde bulunduğu Milli Selamet Partisi’nin de İşçi, Öğretmen ve gençlik örgütleri vardı. Öğretmenler Mefkureci Öğretmenler Derneği; Gençlik kesimi de Akıncılar Birliği adıyla örgütlenmişlerdi. Fakat MSP’nin örgütleri ülke siyasetinde fazlaca etkin değillerdi. Çoğu zaman Ülkücülerin yanında yer alarak solcuların saldırılarından korunurlardı. O zamanki solcuların önemli bir bölümü ( Şimdiki CHP ve Sosyal Demokratlarla asla kıyaslanamaz) halkın işçi iktidarı için ayaklanmasını ve SSCB’nin de bu ayaklanmayı askeri yönden destekleyerek, yani Kızıl Ordu’nun Türkiye’ye girerek, Türkiye’yi de Sovyet Sistemine dahil etmesini savunurlardı. Soğuk Savaş Dönemi olarak bilinen bu dönemde Türkiye’nin NATO’dan çıkarak VARŞOVA PAKTI grubuna girmesini savunurlardı. Çünkü o zaman Sovyet yayılmacılığı böyle işlerdi. Bulgaristan (1948), Polonya (1951), Macaristan(1956), Çekeslovakya(1968) ve nihayet Afganistan (1979) böyle olmuştu. Önce o ülkedeki sosyalistler halk hareketini başlatırlar sonra SSCB’den yardım isterler, SSCB bu isteğe uyar ve o ülkeye Kızıl orduyu gönderir. Ülke Sovyet sistemine girmiş olur. Türkiye’de bu ilşleyişi gerçekleştirmek isteyen ciddi hem de silahlı örgütler vardı. Bunların hepsi HALK İHTİLALİ peşinde idiler. Belki şimdi inkar edeceklerdir ama, bu gün önemli postları tutmuş olan pek çok siyasetçi, sanatçı, gazeteci ve yazar o gün böyle düşünüyorlardı. Kendilerine karşı çıkanları da “Amerikan Uşağı” “Emperyalizmin ajanı”…gibi suçlamalarla itham ediyorlardı. Bu suçlamalardan biz de kendi payımıza düşeni alıyorduk. Şimdi tarihe bakıp objektif bir değerlendirme yaptığımızda görüyoruz ki, biz o zaman olduğu gibi yine Türk Milliyetçiliği çizgisinde, Atatürk’ün ülkemiz ve milletimiz için gösterdiği hedeflerin peşinde, çağdaşlık ve modernleşme yolunda ve en önemlisi hür ve bağımsız Türkiye’yi savunmaya devam ediyoruz. Bize “Emperyalizmin Ajanı”, “Amerikan Uşağı”… gibi suçlamalarda bulunanlar bu gün eski düşüncelerini bütünüyle terk etmiş olarak Amerikan uşaklığının en âlâsını yapmaktalar ve ABD’nin Irak ve Afganistan işgalini bütün güçleri ile alkışlamaktadırlar. Sendikalar ve meslek örgütleri siyasal uzantı olarak biri o zamanki Cumhuriyet Halk Partisine ve onun soluna; diğeri de o zamanki Milliyetçi Hareket Partisine, kısmen de Adalet Partisi ve diğer sağcı partilere dayanıyordu. Fakat hemen söyleyelim bu kuruluşlar yasal idi. Kanunlarımız müsait idi ve hepsi de Dernekler Kanunu hükümlerine göre kurulmuş ve ilgililerce de denetleniyordu. Polis teşkilatları da aynı şekilde idi. Fakat o zamanki Türkiye’de kanun hakimiyeti bütünüyle kalkmış idi. Burası çok önemlidir, hiçbir kanun tam olarak uygulanamazdı. Sadece 2 Kanun geçerli idi: Etki-Tepki Kanunu ve İhkak-ı Hak Kanunu !!!. Cinayet işleyenler ellerini kollarını sallaya sallaya gezerler ve polisler onları yakalayamazdı! Yakalananlar da birkaç saatlik bir sorgudan sonra serbest bırakılırdı. Türkiye’de ciddi bir şekilde İhkak-ı Hakk meselesi ortaya çıkmıştı. Yani herkes kendi hakkını kendisi almanın yollarını aramaya başlamıştı. Artık güzel ülkemizde sadece “Etki-Tepki” kanunları yürürlükte idi. Emniyet yetkilileri de kendi teşkilatlarına hakim değildi. Siverek’e atanmış bir emniyet amirinin bakanlığa müracaat ederek “Ben ilçeme giremiyorum…” dediğini o yıllarda Çorum Emniyet Müdürlüğü yapan bir Emniyet görevlisinden dinlemiştim. Öğretmenler arasındaki ayrılık da gittikçe keskinleşmişti. Fakat TÖB-DER öğretmenlerinin kendi içindeki ayrılıklar bir başka idi. 1979 yılı Genel Kongrenin en önemli tartışma konusu “Çin Usulü Komünizm mi yoksa Sovyetler Birliği usulü komünizm mi insanlığı kurtarır???” meselesi idi. Bu tartışma o kadar şiddetli oldu ki Anakara’da solcu öğretmenler birbirlerine girdiler. Kongre salonunun bir köşesinde Orak-Çekiçli SSCB bayrağı, diğer ucunda Kızılyıldızlı Çin bayrağı asılı duruyordu. Türk Bayrağı –yasa gereği olduğu için- bir kenara bırakılmış vaziyette idi. Bazı TÖB-DER’li öğretmenler çocuklara derste LENİN sevgisi (!) aşılayabilmek için şöyle tekerlemeler ezberletirlerdi: “TekerLenin Çocuklar, Yuvarlanın Çocuklar Ve Gülün Oynayın tekErLenin Çocuklar!” Bu yazıyı bir ilkokul öğretmeni okuttuğu-galiba 2. Sınıf- öğrencilerinin defterine yazdırıyor. Bir gün müfettiş bu yazıyı görüyor. Öğretmen “yazım hataları olmuş” diye izah ediyor. Bu yazının ben de orijinal bir örneği vardı. Fakat sonra kaybettim. O yıllarda ben de ÜLKÜ-BİR adlı öğretmen derneğinin üyesiydim. Aynı dernekte şube başkanı olarak da görev yaptım. 1980 yılı Mayıs ayında da Genel Başkan Yardımcısı ve ve Genel Başkan Vekili olmuştum. Nihayet darbe oldu. Bütün dernekler kapatıldı. Tüm yöneticilerine önce yurtdışı çıkış yasağı kondu. Genel Merkez ve şube binalarında aramalar yapıldı. Suç unsuru bulunan derneklerin yöneticileri mahkemeye sevk edildi. Bizim derneğimize de aynı uygulamalar yapıldı. Yurt sathında 150’ye yakın şubemizde aramalar yapıldı. Hiçbir şubede ciddi bir suç unsuruna rastlanmadı ve tüm yöneticilerimiz aklanmış oldu. 12 Eylül’den yaklaşık 4 ay sonra da Yurt dışı yasağımız kalktı. Diğer derneğin (TÖB-DER) Genel Başkanı ve birçok yöneticisi tutuklandı, bazıları yurtdışına kaçtı vs. Sonu 1980 yılı 12 Eylül günü biten olaylar, yukarıda da söylendiği gibi, 1968 yılında başlamıştı. Önce üniversitelerde, sonra diğer eğitim kurumlarında ve çeşitli adlar altında kurulmuş olan Sivil Toplum Kuruluşları toplumu gerdikçe geriyorlardı. Sendikalar, her fırsatta, ufak tefek bahanelerle grev kararı alırlar ve şiddete dayalı olarak uygularlardı. Yani grev uygulamasında şiddete başvurular, Grev Kırıcısı olarak niteledikleri işçileri öldüresiye döverlerdi. Bir çok Dernek kurulmuştu. Asıl amaçlarının ne olduğunu kimse bilmezdi. Bunlardan birisi vardı ki, bizim nesil çok iyi hatırlar: Barış Derneği. İçinde sanatçı, yazar, gazeteci vb. aydınların olduğu bir dernekti. Fakat açıkça ve alenen Komünizmi savunur, her yerde ve her fırsatta Komünizm propagandası yapardı. Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikasını över ve bir gün Türkiye’nin de Sovyet sistemine gireceğini söyler ya da propaganda ederlerdi. 12 Eylül darbesi olunca bir kısmı tutuklandı, üyelerinin çoğu yurtdışına, Bulgaristan vb. ülkelere kaçtılar. 8-10 sene dışarıda yaşadılar, sonra galiba af çıktı da yurda döndüler. Fakat şurası çok ilginçtir, o zaman büyük bir heyecan ve kuvvetli bir inançla Kominzimi savunan bu insanlar 1990 başlarından itibaren SSCB’nin dağılmasıyla beraber ideolojilerini değiştirdiler- ya da geliştirdiler- ve savundukları tüm fikir ve düşüncelerin tam tersi fikir ve düşünceleri savunmaya başladılar. Mesela o zamanlar şiddetli bir Amerikan düşmanı iken, sonradan ABD dostu oldular. Yine o yıllarda şiddetli bir Din düşmanı iken sonraki yıllarda sakal bırakıp Hacca gidenleri de oldu, Tarikat ve Cemaate girenler de oldu. Bunlardan bazıları bu gün hâlâ bazı büyük gazetelerde “Şöhretli Yazar”lar olarak Hükümet yetkililerine yol gösterme gayret ve çabası içindedirler. Üniversitelerden başlayarak, Sendikalar ve diğer Sivil Toplum Kuruluşları yoluyla halkın içine serpilmiş olan ayrılık, fitne ve düşmanlık tohumları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölge ve şehirlerinde “Solcu-Komünist-Kürtçü” bir oluşum ortaya çıkarmıştı. Esas maksatları sonraki yıllarda PKK’nın ortaya çıkmasıyla anlaşılmış olan bu gruplar Diyarbakır’ı Kürdistan’ın başşehri olarak ilan ederler ve giren çıkanları da kimlik kontrolüne tabi tutarlardı. O yıllarda Konya seyehat şirketleri büyük bir ağ kurmuşlar ve Türkiye’nin en ücra köşelerine seferler yaparlardı. Mesela Konya’dan kalkan bir otobüs, Ağrı Doğubeyazıt veya Kars Posof’a kadar giderdi. Bu gün Konya seyehat şirketleri bir kısmı Adana’dan öteye, bir kısmı da Gaziantep’ten öteye gitmezler. Sebebini eskiler bilir de yeniler bilmez. 12 Eylül Darbesine giden süreçte, yani 1977-1980 yılları arasında Konya otobüsleri Diyarbakır girişinde durdurulur, silahlı birkaç militan içeri girer, otobüsün mikrofonunu alır ve “Kürdistan’ın başşehrine hoş geldiniz! Bu noktadan itibaren bizim kontrolümüz altındasınız… Güvenliğinizi biz sağlıyoruz…vs gibi sözlerle propagandalarını yaparlar ve otobüsten inerlerdi. O yıllarda otobüs şöförlüğü yapan pek çok tanıdığımdan bu durumu dinlemişimdir. Devletin polisi ve jandarması bu işe ne derdi, diye hiç sormayın! Onlar bu tür işlere karışmazlardı! Siverek Emniyet Müdürünün söylediklerini yukarıda naklettim. Türkiye bu hale gelirken acaba Parlamento, Hükümet ve Partiler ne alemde idi? Seçim sandıklarından 1973 yılından itibaren Tek parti iktidarları çıkmadı. 1973, 1977 seçimlerinde o zamanki CHP (Genel Başakanı B. Ecevit) birinci parti; o zamanki Adalet Partisi de (Genel Başkanı S. Demirel) ikinci parti olarak çıkardı. Genel Başkanı A. Türkeş’in olduğu MHP ve Genel Başkanı N. Erbakan’ın olduğu Milli Selamet Partisi de daha az oy almalarına rağmen “Anahtar Parti” durumunda olurlardı. O zamanki seçim kanunumuzda Baraj olmadığı için partiler aldıkları oy kadar milletvekilliği kazanırlardı. Bazı partiler 1, bazıları 5, bazıları 15, bazıları 20 milletvekilliği kazanırlardı. “Büyük Parti” olarak adlandırılan CHP ve AP tek başına iktidar olamadıkları zaman bu “Küçük Partiler” ile koalisyon kurmak zorunda kalırlardı. Türkiye’de 1973-1980 arası bu küçük partilerin bir çeşit “Altın Devri” idi. Zira bunlarsız hiç bir hükümet kurulamazdı. Bu küçükler de bunu bildikleri için kendilerini çok ağıra satarlar ve milletvekili sayısı kadar bakanlık isterlerdi. Bazen aldıkları da olurdu.1975 yılında kurulan ve “1. MC” olarak adlandırılan hükümette MHP’nin 3 milletvekilinden 2 si Bakan olmuştu. 1974 yılında kurulan CHP-MSP koalisyonunda da Erbakan’ın MSP’si 48 milletvekili ile 189 milletvekili olan CHP’nin kurduğu hükümete yarıyarıya ortak olmuştu. Aynı şekilde 1977 yılında da MSP 23 , MHP 17 ve başında Prof. Turhan Feyzioğlu’nun bulunduğu Güven Partisi de 3 milletvekili ile hükümete girmiş ve bakanlıkların %60 ını paylaşmışlardı. Bu hükümet çok uzun ömürlü olmadı. 1978 yılı Aralık ayında AP’den 11 milletvekili istifa ederek CHP’ye geçtiler. Böylece Demirel başkanlığındaki hükümet düştü. Ecevit başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Bu hükümette AP’den istifa eden 11 milletvekilinin 10 tanesi Bakan oldu. Bir tek Konya milletvekili merhum Oğuz Atalay bakanlık almamıştı. 1979 yılı Kasım ayına kadar görev yapan bu hükümet Türkiye’yi gerçek anlamda 12 Eylül darbesine hazırladı!!! Gerçekten de bu zamanda yukarıda kısmen bahsettiğimiz “Hukuksuzluk Dönemi” bütün şartlarıyla yaşandı. Kasım 1979’da yapılan Araseçim’de 5 milletvekilliğinin tamamını AP kazanınca Ecevit hükümeti istifa ederek yerine MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği Demirel Azınlık Hükümeti kuruldu. Ülkede değişen bir şey olmadı. Yalnızca Ecevit Hükümeti zamanında görevden alınan memur ve bilhassa öğretmenler tekrar eski görevlerine döndüler. Ben de o yıllarda birkaç kere yer değiştirdikten sonra 1980 yılı Ocak ayında eski görevime yani Selçuk Yüksek Öğretmen Okulu’na geri döndüm. İşte bütün değişiklik bu kadardı! Ülkede terör ve anarşi daha da artmıştı, halkın can ve mal güvenliği iyiden iyiye kaybolmuştu. 1980 yılı Mart ayında Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün (Merhum) görevi sona ermişti. O zamanki Anayasa’da Cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’in 2/3 şartı vardı. Bu şart bir türlü sağlanamadı ve cumhurbaşkanı seçilemedi. 12 Eylül darbesi olduğunda güzel ülkemizde seçilmiş Cumhurbaşkanı yoktu. O zaman parlamento 2 kanattan oluşuyordu. Millet Meclisi’nin yanında bir de Cumhuriyet Senatosu vardı. Cumhuriyet Senatosu Başkanı İ. Sabri Çağlayangil (Merhum) cumhurbaşkanlığına vekaleten bakıyordu. 2 Büyük Partinin Genel Başkanları Demirel ve Ecevit bir birleri ile asla konuşmazlar, şehit veya vefat eden devlet adamlarının cenaze törenlerinde protokol icabı yan yana dururlar fakat bir birlerine sırtlarını dönerler ve asla konuşmazlardı. 29 Ekim, 10 Kasım gibi törenlerde Anıtkabir’e birlikte giderler fakat ne el sıkışırlar ne de konuşurlardı. Önemli toplantılarda bir birlerinin konuşmalarını asla dinlemezler birisi konuşmasını bitirdikten sonra diğeri salona girerdi. TBMM’de ise her konuşma sonrasında kavga çıkar milletvekilleri yaka paça bir birlerine girerler tekme ve yumruklar arasında Başkan oturuma 10 dakika ara verirdi. !2 Eylül Darbesine gelinen günlerde Türkiye’de en çok dikkat çeken hususların başında “ Kurtarılmış Bölgeler” gelmekteydi. Özellikle, Solcu-Komünist-Bölücü oluşumlar adım adım Türkiye’yi kurtarıyorlardı! Mesela Ordu’nun Fatsa ilçesi “Kurtarılmış Bölge” idi. “Terzi Fikri” adıyla tanınan belediye başkanı aynı zamanda “Halk Meclisi”(!) başkanıydı. Diyarbakır Belediye Başkanı Mehdi Zana da öyleydi. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere Türkiye’nin pek çok şehrinde mahalle ve sokaklar birer birer kurtarılyordu! İstanbul’da Ümraniye semtinde bazı sokaklar; Anakara’da Tuzluçayır ve bazı sokaklar şimdi hemen aklıma gelenlerden bazıları. Fakat Tarih’e yanlış kayıt düşmeyelim: Sağcıların yani Ülkücülerin de kurtardıkları yerler veya mahalle ve sokaklar olurdu. Bir şehre, mahalleye veya sokağa gelen bir yabancı o bölge eğer kurtarılmış (!) ise kimler tarafından kurtarıldığını hemen her yerde görür ve anlardı. Önce duvarlardaki sloganlardan anlaşılırdı. “Tek Yol Devrim” “Faşizme Ölüm”,”…Faşizme Karşı Omuz Omuza…”, “… Faşizme Mezar Olacak”, “Herkese İş Köylüye Toprak” “Toprak İşleyenin Su Kullananın” vb. sloganlar ile Ecevit başta olmak üzere Genel Başkan portre ve resimleri her alanda gözüküyorsa orası Solcular tarafından kurtarılmış demektir. O bölgedeki gazete bayilerinde o zamanki gazetelerden Tercüman, Hergün, Millet vb. gazeteler satılmazdı. Hatta okunamazdı. Kazara birisi elinde böyle bir gazete ile sokağa girse hemen önü kesilir ve kimlik kontrolü yapılırdı. Çoğu zaman da ağzı burnu kan içinde sokağı terk ederdi. Bu durumun tersi de olmuyor değildi. Bazı mahallelerde gazete bayileri de Cumhuriyet, Aydınlık vb. gazeteleri satamazlardı. O sokaklarda da “Başbuğ Türkeş” “Kanımız Aksa da Zafer İslamın” , “…Komünizme Mezar Olacak”, “Komünistler Moskova’ya”, “Ne Rusya Ne Çin, Herşey Türk İçin”, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman”…gibi sloganlar görülünce de o bölgenin ülkücülerin kontrolünde olduğu anlaşılırdı. İlk defa tanıştığımız bir insanın elinde Hergün ya da Tercüman gazetesini görsek hemen onun kim olduğunu anlardık. Bir anımı anlatayım: 1978 yılı ortalarında idi. Bir akraba ziyareti için arabam ile Adana’ya gitmiştim. O yıllarda benzin kıtlığı vardı. Yakıt bulamazdık. Adana’dan Konya’ya dönüşte yakıtımız iyice azaldı. Hiçbir istasyonda benzin bulamadık. Tarsus şehrine girdik. Şehirde dolanırken bir askerî birliğin önüne geldik. Bahçede bir kamelya altında genç bir subay oturuyor ve gazete okuyordu. Teğmen veya Üsteğmen rütbesinde idi. Dikkatimi çekti, hemen müsade isteyip yanına yaklaştım. Baktım Hergün Gazetesi okuyor. Sanki bir tanıdığıma rastlamıştım. Doğrudan kendimi tanıttım: “Komutanım ben Konya Ülkü-Bir Başkanı Durmuş Yılmaz. Benzinimiz bitti. Burada kaldık. Yardım edebilir misiniz?” Tahminlerim doğru çıkmıştı. Bu genç bir milliyetçi subaydı. Bana çay kahve ikramında bulunduktan sonra hemen bir kağıt imzalayıp verdi. Karşıdaki petrol istasyonundan depomuzu doldurduk. Eğer o subay Aydınlık veya Cumhuriyet gazetesi okuyor olsa idi ben ona giderek kendimi tanıtmaz, derdimi söylemezdim. O zaman öyleydi. Öğretmen, Polis ve hatta Subaylar siyasal kamplara ayrılmışlardı. Siyasal ayrılık en birinci kavga sebebiydi. Bu durum İlkokullara kadar inmişti. İlkokul çocuklarının çantalarında siyasal sloganlar yazılı olurdu. Elbette bu durum öğretmenlerden kaynaklanırdı. Yukarıda bahsettiğim Lenin tekerlemesi işte böyle bir durumdu. Çocuklar mahallede oyun oynarlarken gruplardan birisi fabrikada grev yapan işçiler olur, diğeri de grevi kırmak isteyen halk düşmanı (!), patronun ve Amerika’nın adamları olurdu. Tabi savaşı her zaman halkçı işçiler kazanırdı! İşte 12 Eylül Hükümet Darbesi böyle bir ortamda oldu. Darbeler demokrasiye aykırıdır. Çok doğru. Darbeler demokrasiye indirilmiş darbelerdir. Bu da çok doğru. Darbeciler en büyük suçlulardır ve yargılanmalıdır. Bu da doğru. Fakat unutmayalım: Darbe ciler başarılı ise Kahraman, başarısız ise Hain’dir. Darbeci başarılı ise yargılanmaz, yargılar! Yakın Tarihimize bakacak olursak, başarısız darbe yoktur! Millî Mücadele ve Cumhuriyeti saymıyoruz. 27 Mayıs 1960; 12 Mart 1971; 12 Eylül 1980; 28 Şubat 1998. Bu tarihlerdeki olayların bazıları Darbe, bazıları Müdahale, Bazıları Muhtıra olarak adlandırılıyor. Hepsi de maksadına uygun olarak hedefine erişmiştir. Yani hepsi de başarılıdır. 1960’ın kahramanları sonraki yıllarda önemli devlet görevleri üstlenmişlerdir. Kimse onları, bırakın yargılamayı aleylerinde bir söz söylemeye bile cesaret edememiştir. Hatta 27 Mayıs tarihi Resmi Bayram ilan edilmiş ve devlet töreni ile kutlanmıştır. Ancak diğer bir Darbe- 12 Eylül 1980- bu bayramı ortadan kaldırabilmiştir. 12 Mart kahramanları da sonraki yıllarda gururla görevlerine devam etmişlerdir. Milletvekili ve Bakan olanlar da vardır. 12 Eylül kahramanları hayattadır. Bana göre Kenan Paşa’nın halk katında itibar ve sevgisi – aksini iddia edenler de olabilir-bu günkü politikacılardan daha fazladır. Halk, elbette darbenin demokrasiye aykırı olduğunu biliyordu. Demokrasinin Siyaset Bilimi açısından "Kutsal" olduğunu da biliyordu. Fakat canın (hayat) kutsallığı yanında demokrasinin kutsallığının adı mı olurdu. Demokrasi yaşayan insan ,için gereklidir. Eğer can güvenliği yoksa o insanlar için demokrasi lükstür. İşte 12 Eylül darbesinin hak vicdanında tasvip görmesi ve hazırlanan Anayasa'nın %92 oy alması bu yüzdendir. Sonuç: Darbeler ülkedeki sosyal ekonomik ve siyasal olayların birer sonucudur. Sonuçları tartışmak anlamsızdır. 2+2= 4. Bu tartışılmaz. Eğer siz sonucun 5 olmasını isityorsanız 2 lerden birini 3 yaparsanız bu kendiliğinden olur. Yoksa 2+2= 5 derseniz eşyanın tabiatına aykırı hareket etmiş olursunuz. Sebepleri tartışmak gerekir. Öyleyse bilim adamları, fikir ve düşünce adamları size sesleniyorum: “Kenan Paşa’yı yargılamak” gibi akla ziyan işlerle zamanınızı öldürmeyin de “ Darbeler Hangi Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Saiklerle Olmuştur ve Bunları Önlemenin Yolları Nelerdir? Sorusuna cevap arayın. Son Söz: Darbeler artık Tarih olmuştur. TARİH YARGILANAMAZ, ANCAK DERS ALINIR. |
|
||||||||||||||||||||||||||
|