TÜRK KİMLİĞİ VE ÜZERİNDEKİ TARTIŞMALAR -2
< - Geri Dön Eklenen Yorumlar Yorum Ekle 

TÜRK KİMLİĞİ VE ÜZERİNDEKİ TARTIŞMALAR -2

 

 

 

Prof. Dr. Durmuş Yılmaz  

 

(Bu yazı ilk defa 2005 yılında yazılmıştır. Konunun güncelliğinden dolayı  yeniden sayfaya çıkarılmıştır. D.Y.)

 

 


    Son yıllarda ülkemizi yöneten siyasî kadroların taşıdıkları sorumlulukla bağdaşmayan söz ve tavırları maalesef ülkemizi bir "Siyasî Bataklık"a doğru çekmektedir. Türk kamuoyu, tartışması gereken asıl konuları bırakmış ve neticesinde hiçbir fayda çıkmayacak olan bir takım anlamsız tartışmalarla zamanını öldürmektedir. Tarım, alt yapı, eğitim, sağlık, üretim ve istihdam sorunlarını tartışması gereken aydınlarımız, zihinsel ve bedensel mesailerini maalesef yararsız alanlarda israf etmektedirler. Bu cümleden olarak bir müddet önce ülkemizin her tarafında sun'i bir kimlik tartışması başlatılmış ve anlamsız bir şekilde de sürdürülmektedir. Tartışmalar öyle bir noktaya gelmiştir ki, bir kısım siyasetçi, yazar, sözde fikir adamı hem de yüksek sesle "Türk Milleti diye bir millet yoktur, biz de bu adı kullanmayalım, yerine, Türkiyeli, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları." vs gibi bilimselliği bırakın basit akıl ve mantık kurallarını bile zorlayan bir takım öneriler sunmaya başlamışlardır. Bu gidişte Avrupa Birliği (AB) ile yapılan görüşmelerin, daha doğrusu AB komiserlerinin direktifleri ve atılan yanlış imzaların etkisi olmuştur. Bu tür önerilerle milletin karşısına çıkanların iddialarına göre, milletimiz "Türk Milleti" olarak değil de başka bir adla anılacak olursa, birlik ve beraberliğimiz daha sağlam tesis edilecek, dolayısıyla terör bitecek, dağdaki eşkıya silahını bırakacak, herkes işine gücüne dönecek...vs. Bunların hepsi eskilerin ifadesiyle lâf-ı güzaftan ibarettir. İçi boş sözlerdir, hiçbir değeri yoktur. Bunu böylece dile getirdikten sonra asıl konumuza dönelim ve Türkiye'de kimlik tartışmalarının arkasındaki sebepler üzerinde duralım:
   Önce şu gerçeği hatırlayalım: Milletlerin kimliği tarih içinde teşekkül eder. Hiçbir millete, tarihi dikkate alınmadan isim konulamaz. Türk Milleti'nin kimliği de tarihten beslenen değerlerden oluşmuştur. Başka bir ifadeyle, Türk Milleti'nin adı, tarihin içinden çıkıp gelen bir addır. Bu gün 5000 yıllık bir tarih çizgisi izlendiğinde kendilerine "Türk" denilen bir halkın Orta Asya, İran, Anadolu, Ortadoğu, Balkanlar, Hindistan Yarımadası üzerinde siyasal hakimiyet sağladıklarını ve egemenlik sahibi devletler kurduklarını görürüz. Diğer taraftan, 11 ve 12. yüzyılda Avrupalı devletlerin birleşerek Anadolu'dan atmak istedikleri halkın adı Türk'tür. Bu gün Anadolu dediğimiz yerin adı da Türkiye'dir. Zeki Velidi Togan, Bahattin Ögel, Osman Turan, Mustafa Kafalı, İbrahim Kafesoğlu, gibi Türk ; V.V. Barthold, Edourd Cahavannes, L. Cahun gibi yabancı tarihçilerin binlerce sayfa tutan araştırmalarında tarihlerini, dillerini, yaşama tarzlarını, hakimiyet anlayışlarını, örf-adetlerini okuyup öğrendiğimiz Türk Milleti bu gün siyasal mülahazalarla nasıl yok sayılabilir? Bir kısım sözde aydın istedi diye bu büyük hakikat göz ardı edilebilir mi? Türk Milleti, demeyip de yerine başka isimler konduğunda, adı telaffuz edilmeyen "Türk Milleti"nin nereye gittiğini, bu millete ne olduğunu kim nasıl izah edecek?
   Konuyu çok uzatmamak için imparatorlukların dağılıp, milli devletlerin kuruluşuna ve bu arada da Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna değinmek istiyoruz. Bilindiği gibi Osmanlı devleti 19. yüzyıl başlarından itibaren Sırp, Yunan, Bulgar gibi idaresi altında yaşayan halkların isyanı ile karşılaşmış ve uzunca bir süre bunlarla uğraşmıştı.. Sonunda Avrupalı devletlerden destek alan bu ayaklanmalar hedefine varmışlar ve hepsi de kendi milliyetleri etrafında siyasî bilince erişerek kendi adlarıyla devletlerini kurmuşlardır. Osmanlı devletinin başında bulunanlar ise, diğer halklar arasındaki milliyet duygusunun siyasal nitelik kazanmasını önlemek için kendi milliyetlerini neredeyse görmezlikten gelmişler ve eğitimde, siyasal yönetimde, devlet memuriyetinde ve sair alanlarda Türklüğü hep ikinci planda tutmuşlardı. 1876 tarihinde hazırlanarak uygulamaya konulan ve modern manada ilk Anayasa kabul edilen Kanun-ı Esasî'de vatandaşın kimliğini tanımlamak için ortak bir isim aranmış ve "Osmanlı" adı kabul edilmiştir. Osmanlı devletinin vatandaşını tanımlayan madde şöyledir:
   Kanın-ı Esasî Madde 8: Osmanlı devleti tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine her hangi din ve mezhepten olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir.
Görüldüğü gibi Osmanlı devleti vatandaşını din ve mezhep farkı gözetmeksizin "Osmanlı" olarak tarif etmiştir. Zira Osmanlı devletinde toplum yapısı din ve mezhep ölçüleriyle oluşturulmuştu. Bunun için Anayasa "Hangi din ve mezhepten olur ise olsun..." diyerek toplumu kucaklıyordu. Fakat, Avrupalı sömürgeciler Osmanlı devletinin gayrımüslim halkını devlet aleyhine kışkırtmaya devam ettiler. Osmanlı devleti, din esasından vatandaşlık esasına geçmiş olmasına rağmen onlar hep dini öne çıkararak Osmanlı devletinden gayrımüslimler için haklar talep etmeye devam ettiler. Sırplar için ayrı, Bulgarlar için ayrı, Rumlar için ayrı, Ermeniler için ayrı isteklerde bulundular. Neticede Osmanlı devletinin Anadolu dışındaki halklarını ana bünyeden ayırmayı başardılar. Osmanlı devletinin Sırp teb'ası Sırbistan; Yunan teb'ası Yunanistan; Bulgar teb'ası Bulgaristan adlarıyla kendi milli devletlerini kurdular. Bu süreçte Balkan savaşları ( 1912-1913) bir dönüm noktası, bir milat olmuştur. Balkan ülkelerinde, yalnızca Türk ve Müslüman oldukları için, toplu katliam tehdidi ve tehlikesi karşısında kalan yüz binlerce Türk, evlerini, mallarını, emlak ve arazilerini kısaca yurtlarını, terk ederek kendilerini Anadolu'ya (Türkiye) atmışlardır. Avrupa'dan ve Rusya'dan sürülen ve kaçgın durumuna düşürülen bu insanların siyasal manada Türk Kimliğinin oluşmasına katkıları çoktur. Balkanlardan ve Kafkasya'dan sürülen bu insanlar için artık bir tek Kimlik vardı, o da Türk'tü. Zira bu insanlar Türk ve Müslüman oldukları için kovulmuşlardı. Hiç kimse bu insanlara artık başka bir kimlik kabul ettiremezdi.
    Balkan faciasını Dünya savaşı izledi. Aynı insanlar birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki cephelerde "Din ve Devlet" için savaşırlarken mahiyeti bir birinden çok farklı iki ayrı durumla karşılaştılar. Bunlardan birincisi, Türkiye'de asırlardan beri birlikte yaşadıkları Rum ve Ermeniler, emperyalistlerle iş birliği yaparak kendi yurtlarının işgaline yardım ediyorlardı. Sadece işgale değil, onların katliamlarına da fiilen katılıyorlar, hatta daha da ileri giderek onlardan aldıkları silahlarla komşuları, iş ortakları, okul arkadaşları olan Türkleri katlediyorlardı. Sebep aynı idi: Bunlar Türk ve Müslümandır.
   İkinci büyük olay ise Balkan faciasının ardından yaşananlarla aynı idi. Balkanlardan Anadolu'ya doğru akın devam ederken buna güney - batı ve batı Kafkasya ile Ortadoğu da eklenmişti. Bu günkü Suriye ve Irak topraklarından da sayıları on binlerle ifade edilen bir nüfus Anadolu'ya göç etmişti. Bunların da kimliği aynı idi: Türk .
    Birinci Dünya savaşı 1918 yılı Ekim ayında biterken Türk Milleti için, bir başka savaş da aynı günlerde başlıyordu : Türk İstiklâl Savaşı. Zira dünya savaşını bitiren anlaşma (Mondros) Türk'ün istiklâlini de elinden alıyordu.
Bu savaş da 4 yıl sürdü. Bir tarafta işgalci Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan), bir tarafta yerli gayrımüslimler (Rumlar ve Ermeniler), bir tarafta da işgalcilerle işbirliği içinde olan bir sürü hain...Bütün bunlara ilave olarak, açlık, fakirlik, hastalık ve ölüm. Uzun ve zorlu bir mücadele oldu. Türk Milleti canını dişine taktı ve bu zor savaşı kazandı. 1922 yılının 11 Ekim tarihinden itibaren (Mudanya ateşkes anlaşması) artık Anadolu'da bir tek millet vardı: TÜRK MİLLETİ. İşgalciler de, Rum ve Ermeniler de, yerli işbirlikçiler de Anadolu'nun (Türkiye) artık Türklere ait olduğunu kabul etmişlerdi. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan antlaşması ile bu gerçeğin altına imzalarını attıkları zaman gazeteleri (Avrupa gazeteleri) "TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR" başlığı ile çıkmıştı. İşte kimlik budur. Başka bir kimlik de yoktur.
   Türkiye devleti artık idare biçimini oluşturacaktır. Bu elbette Cumhuriyet olacaktır. 29 Ekim 1923 tarihinde TBMM bunu gerçekleştirmiştir. Bundan sonra artık yeni Türk devletinin Anayasa'sı hazırlanacak, her şey oraya yazılacak, devletimiz çağdaş ve modern bir devlet olacaktır. TBMM bünyesinde bir Kanun-ı esasî encümeni (Komisyonu) kurulmuştur. Komisyonun hazırladığı anayasa 20 Nisan 1924 tarihinde genel kurulda kabul edilmiş ve tarihimize 24 Anayasası adıyla geçmiştir. Bu anayasanın 88. Maddesi milletin ve vatandaşın kimliğini tanımlamaktadır. Madde aynen şöyledir:
   Madde 88. Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur (kabul edilir). Türkiye'de veya hariçte bir Türk babanın sulbünde doğan veyahut Türkiye'de mütemekkin (ikamet eden)bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye'de doğup da memleket dahilinde ikamet ve sinn-i rüşte vusulünde ( 18 yaşına eriştiğinde) resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türk'tür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izae edilir (kaldırılır).
    TBMM Kanun-ı Esasî Encümeni, 1 Başkan ve 9 üye olmak üzere toplam 10 kişiden oluşmaktadır. Başkanı Menteşe mebusu Yunus Nadi Bey'dir. Üyeler de şu isimlerden oluşmaktadır:

Reis :     Yunus Nadi (Menteşe)            Mazbata muharrirleri
Katip:    FeridunFikri (Dersim)   Aza   :Celal Nuri (Gelibolu)
Aza        :İlyas Sami (Muş)                                                     Aza               :Ali Rıza (Kırşehir)
Aza        :Ebubekir Hazım (Niğde)            Aza    :Avni (Bozok)
Aza        :İbrahim Süreyya (İzmit)            Aza    :Refet (Bursa)
Aza        :Faik (Ordu)                    Aza    :Mahmut (Siirt)
Aza        :Ahmet Süreyya (Karesi)
   Bu komisyonun bu madde için hazırladığı gerekçe ise bugün milli kimlik hususunda konuşmak isteyen herkesin bir ictihat kararı gibi elinin altında, ya da hafızasında bulundurması gereken bir metindir. Önce bu gerekçeyi okuyalım:

   "... 88. Madde Türk sıfat-ı resmiyesini müriddir (irade eder, buyurur). Osmanlı saltanatı münderis ve münkariz olduğundan ( eser kalmamış, yıkılmış) artık efrad-ı millete, Osmanlı , denemez. Millî izzet-i nefs bir hanedana mensubiyet kabul etmez. Devletimiz, bir devlet-i milliyedir. Beynelmilel veyahut fevkalmilel bir devlet değildir. Devlet, Türk'ten başka bir millet tanımaz. Memleket dahilinde hukuk-ı mütesaviyeyi (eşit hukuk) haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan bunların ırkî mübayenetlerini mani-i milliyet tanımak caiz olmaz. Kezalik, hürriyet-i vicdan musaddak olduğundan din dahi mani-i milliyet addedilmemiştir. Her yeni millet gibi Türk Milleti de aynı ırktan gelmeyen efradı muhtevi olabilir. Ancak Türklüğün camiasıdır ki, bütün uruki (ırkları) cem etmek kabiliyetini haizdir. Asrî usuller de bu hakikati teyit etmektedir."
    
   Görüldüğü gibi, 1924 Anayasasını ( Kanun-ı Esasi) hazırlayan komisyon, Türkiye'de başka başka ırklardan gelmiş insanlar olduğunu kabul ediyor ve bunların ancak "Türklük" adı altında birleşebileceğini bildiriyor. Farklı ırkların , milliyetin "Türk" olarak tanınmasına engel teşkil etmeyeceği gibi din veya inanç ayrılığının da milliyetin böyle ifade edilmesine engel teşkil etmeyeceğini ifade ediyorlar. İşte asıl üzerinde durulması gereken hakikat budur. Bu hakikatin adı "Millî İrade"dir. Yani devletimizin Kuruluş İradesi. Başka bir deyişle devletimiz bu irade ile kurulmuştur. Bilindiği ve kabul edileceği gibi, devletlerin kuruluş iradesi, sonraki yıllarda değişmez ve değiştirilemez. Bu iradenin değişmesi ne parlamento çoğunluğuna dayanır ne de başka bir güce. Zaten bu günkü Anayasamızın "değişmez, değiştirilemez..." şeklinde ifade ettiği maddeler işte bu noktaya işaret eder.
    Okuyucularımızın dikkatini çekmek istediğimiz bir diğer husus da şudur: 24 Anayasasını hazırlayan 10 kişilik komisyondan 3 tanesi anadili Kürtçe olan insanlardır. Bunlar, Dersim Mebusu Feridun Fikri Bey, Muş Mebusu İlyas Sami Efendi ve Siirt Mebusu Mahmut Bey'dir. Komisyon içindeki görevleri de önemlidir. Feridun Fikri Bey Başkatip (Genel Sekreter, 2. Başkan), Mahmut Bey ise muharrir üyedir. ( Redaktör). Saydığımız bu 3 üye aynı zamanda büyük Kürt aşiretlerinin reisleridir. Bu gün Kürtler adına konuştuklarını iddia edenlerin üzerinde düşünmeleri gereken husus budur. Milletin ve vatandaşın adını "Türk" olarak tanımlayan 24 Anayasasını hazırlayan insanlar Türkiye'de yaşayan ya da yaşamayı seçen insanların içinde ırk itibariyle Türk olmayanların olabileceğini, fakat bunların Türklük adı altında ancak toplanabileceğini ifade etmişlerdir. Bu metni kaleme alan 9 kişiden 3 tanesinin de Kürt olması her halde dikkate şayandır.
    İşte, devletimizin kuruluş iradesindeki bu hüküm sonraki anayasalarımızda da değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Bunları da bir kere hatırlayalım:
1961 Anayasası :
Madde 54. Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür.
1982 Anayasası:
Madde 66.Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür.

Resmi Dil Hakkındaki Maddeler

Osmanlı devletinde  Meşrutî  idareye geçilmesiyle beraber  diğer çağdaş  ve modern devletler gibi  Resmî  Dil kavramı da anayasaya girmiştir. 23 Aralık 1876 tarihinde  kabul edilen ve  modern manada ilk anyasa saydığımız Kanun-ı Esasi’nin  18. Maddesi şöyledir:

Madde 18: Teba-i Osmaniyenin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan  Türkçe’yi bilmeleri şarttır. Aynı anayasanın  68. Maddesinde de  kimlerin mebus (Milletvekili)  olamayacakları sayılırken şu ifade vardır:

Madde 68:  Heyet-i mebusan için azalığa intihabı caiz olmayanlar şunlardır:

Evvela:  Teba-yı Osmaniyeden olmayanlar

Saniyen:Nizam-ı mahsus mucibince  muvakkaten  hizmet-i ecnebiye imtiyazını haiz olan

Salisen: Türkçe bilmeyen

Rabian:Otuz yaşını ikmal etmeyen

Hamisen:Hin-i intihapta bir kimsenin hizmetkârlığında bulunan

Sadisen:İflas ile mahkum olupta iade-i itibar etmemiş olan

Sabian:Su-i ahval ile müştehir olan

Saminen:Mahcuriyetine hüküm lahik olup da fekk-i hacir edilmeyen

Tasian:Hukuk-ı medeniyeden sakıt olmuş olan

Aşiren:Tabiiyet-i ecnebiye iddiasında bulunan kimselerdir. Bunlar mebus olamaz.Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda  mebus olmak için  Türkçe okumak ve  mümkün mertebe  yazmak dahi şart olacaktır.

Cumhuriyet sonrası ilk  anayasa da (Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu) 1876  anayasasının  Türkçe ile ilgili maddesini  aynı şekilde korumuştur. 1924 Anayasasında ilgili madde şöyledir:

Madde 2:Türkiye devletinin dini Din-i İslamdır. Resmî Dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.

Bundan sonraki anayasalar da bu maddeyi koruyarak gelmişlerdir. Tarihi  gerçeklere bakıldığında   bir “İmparatorluk”  yapısına sahip olan Osmanlı devletinde bile Resmi Dil’in Türkçe olduğu kayıt altına alınmıştır. 1976 yılındaki Osmanlı devleti teb’asının konuştuğu diller dikkate alınacak olursa  teb’anın anadillerinin resmi dil olmasının  hiçbir açıdan mümkün olamayacağı açıkça görülecdektir.

Cumhuriyetin ilanındamn sonra da Türkiye’de  Resmi Dilin Türkçe olmasında tarihi bir zaruret olduğunu da yukarıda açıklamıştık.

Basit bir açıklama ile şunu da ilave etmek gerekir ki, Resmi Dil’in 2 temel işlevi vardır:

1.Vatandaşın devlet ile iletişimini sağlamak

2.Vatandaşların  bir birleriyle iletişimini sağlamak.(Ortak Dil)

Gerçekten de Resmi dilin bu 2 işlevi bir ülke halkının “Millet”  olmasını sağlamaktadır.  Zira bir ülkede  onlarca dilin konuşuluyor olması çok doğaldır. Eğer küçük bir aşiret devleti değilse her devletin vatandaşları içinde  bir birinden farklı pek çok dilin konuşuluyor olması pek tabiidir. Türkiye de  böyledir. Fakat vatandaşların konuştuğu dillerin hepsinin “Resmi Dil”  olması  mümkün olmadığı gibi toplumun bir millet halinde  bütünleşmesini de önler. Eğitim dilinin “Resmi Dil”de yapılması bu yönüyle bakıldığında bir zarurettir. Eğer  bir devletin vatandaşları farklı dillerde eğitim  alırlarsa bir birleriyle anlaşmaları elbette mümkün olmayacaktır. Bu gün Van’da doğup büyüyen ve liseyi  bu şehirde okuyan bir  gencin üniversite için Edirne’ye gidebilmesi, aynı şekilde Trabzon’da ilköğretim ve lise tahsilin tamamlayan bir öğrencinin de Van üniversitesinde eğitimine devam edebilmesi  ortak dil Türkçe sayesindedir.  Bu konular hiçbir zaman günlük siyasal tartışma konusu yapılmamalı ve  bilimsel sınırlar aşılmamalıdır. Bir devletin resmi dilini de eğitim dilini de  tartışam konusu yapmak  ne yönden bakılırsa bakılsın “Abesle iştigal”dir.

 
    Sonuç: Türkiye Cumhuriyeti'nin, son 10 asırlık tarihi Avrupa emperyalizmi ile mücadeleyle geçmiştir. Malazgirt'te 1071'de başlayan savaş esasen devam etmektedir. Zaman ve mekana göre mahiyet değiştiren bu mücadele günümüzde de "Barış, İnsan Hakları, Dinler arası dialog..." vs. gibi bir takım perdelemelerle milletin gözünden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Fakat ne gariptir ki, dünyada barış ve insan hakları savunucuları hemen yanı başımızda Irak'ta, tarihin en büyük katliamını icra etmektedirler. Kimliklerine baktığımız zaman 1918-1922 arasında İstanbul'dan başka, Adana, Maraş, Antep, Urfa gibi şehirlerimizi işgal eden İngiltere ve diğer sömürgecileri orada görüyor ve tanıyoruz. Bu mücadelenin ekonomik, dinî, siyasî, sosyal boyutları vardır. Milletler elde ettikleri kazanım ve birikimlerle, ilimde, fende, teknikte eriştikleri seviyelere göre bu mücadelede yerlerini almakta hayatiyetlerini devam ettirebilmektedirler. Türk Milleti de, tarihin bu çetin sınavlarından her zaman başarı ile çıkmış bir millet olarak bu gün milletler camiasının onurlu ve haysiyetli bir üyesidir. Gücünü, tarihinden, dininden, milli birliğinden ve millî kültüründen almaktadır. Yaşadığı büyük tecrübe ve tarihte ve günümüzde taşıdığı büyük sorumluluk milletimize hakiki kimliğini kazandırmıştır. Bu, Türklüktür. Bu kimlikle dünya milletleri içinde şerefli yerini almıştır. 1918-1922 yılları arasında öz vatanı olan Anadolu, bu günkü Avrupa Birliğini oluşturan başlıca devletlerden olan İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi bir kısım sömürgeciler tarafından paylaşıldığı ve Türk Milletinin istiklâli elinden alınmak istendiği zaman milletimiz tarihî şahlanışını göstermiş ve gasp edilen haklarını işgalcilerin elinden çekip almıştır. Bir çok mazlum millete örnek olan bu mücadele bu günkü devletimizin temelini teşkil etmiştir. Asla unutmamak lazımdır ki, 1922'de bittiğini zannettiğimiz mücadele bitmemiş ve devam etmektedir. Bu gün "Türk Milleti yoktur, Türkiye halkları vardır..." şeklinde açıklamalar yapanlar, milletimizin bu yüksek misyonu ile tarih boyunca savaşanlar ve onların yerli işbirlikçilerdir. Bunların kimler olduğunu Büyük Atatürk Gençliğe Hitabesinde açıkça söylemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Türklüğünden utananların değil, Türklüğü ile gurur duyanların eseridir. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE !

< - Geri Dön

ÖZ GEÇMİŞ
İLETİŞİM
ZİYARETÇİ DEFTERİ
DİĞER BAĞLANTILAR
ANASAYFA
Vefat ve Teşekkür
GERİ DÖN
Ziyaretçiler
Toplam :   1989153
Bugün :   345
Aktif :   345

Örnek Köy


Anasayfa | Makalelerim | Kitaplarım | Güncel | Anketler | Yazılarım | Tartışalım | İletişim | Ziyaretçi Defteri | Öz Geçmiş

Web Tasarım: www.linearyazilim.com